Bir ülkenin kalkınması, özverili birkaç insanın omuzlarında yükselmemeli; ama Türkiye’de fotoğraf -sadece son yüzyılda- tam da böyle. Kurumların içindeki iyilikle çalışan yöneticiler, amirler, bürokratlar, memurlar ve akademisyenler; dedikodu, fitne, şantaj, mobbing, fucur ve komplo arasında boğulmuş bir bürokratik sisin içinde görünmez hale geliyor. “Kimsenin umurunda değil” cümlesi o kadar yaygın bir söylem ki bu yüzden bir sitem değil, bir tespittir artık. Buralar, gayretin değer görmediği, iyi niyetin cezalandırıldığı, çabanın ise adeta suçmuş gibi alaya alındığı bir yapıya giderek dönüştüğü yerler oldu.
Bir kurumda mütevazı bir duygu ile seminer yaparsın, rasyonel projeler geliştirirsin, derin bir ufukla global dünyayı takip eder, uluslararası örneklerden yola çıkarak mantıklı stratejik adımlar önerirsin; ama karşılığında yüzlere yansıyan şey çoğu zaman kıskançlık, haset, küçümseme veya sabotaj olur. İbn Haldun’un “Coğrafya kaderdir” sözünün yanlış yorumlanışı burada zirve yapar; adeta kötü alışkanlıklar, bürokratik hantallık ve zihinsel tembellik bu coğrafyanın kaçınılmaz yazgısıymış gibi sahiplenilir. Oysa kader denilen şey, insanın iradesi yokmuş gibi vazgeçmek değildir; bilakis mücadele etmektir.
Gelişim için enerji harcayan kişilere layık görülen muamele, J. Schumpeter’in “yaratıcı yıkım” teorisinin tersine bir işleyiş gibi. Schumpeter, yenilikçiliğin eskiyi dönüştüreceğini savunur; oysa bizde yenilikçi olan kişi yıkılır, eski ve köhne figürler, tutum, düşünce ve yapılar ise sağlamlaştırılır. Çünkü yenilik tehdit edilir, değişimden korkulur, bireysel konfor alanları her türlü toplumsal faydanın önüne geçirilir.
Dedikodu, zan ve fitnenin bu kadar güçlü olması, modern insanın en zayıf dönemlerinden birini yaşadığını da gösteriyor. Eflatun’un “Cehalet, ruhun hastalığıdır” sözü, bugün birçok kurumda hüküm süren zihinsel atmosferi açıklıyor. İnsanlar bilmediğini öğrenmek yerine, bilmediğini karalamayı tercih ediyor; anlamak yerine yargılıyor; destek olmak yerine engelliyor. Dahası görüp şahit olmadığını ilk ona üfürenin sözüne inanarak hareket etmesi ise işin başkaca cabası. Bu da kurumsal çürümenin en güçlü göstergesi haline geliyor.
İşinin hakkını veren, kurumunu geliştirmek için çabalayan kişiler neden değersizleştiriliyor? Çünkü değerli olana, kaliteli olana, çalışana duyulan gizli bir öfke var. Nietzsche’nin “Sürü ahlakı” diye tarif ettiği şey burada kendini açıkça gösteriyor. Sürü, içinden biri çıkıp hızlandığında onu geri çekmeye çalışır; çünkü onun hızlanması, diğerlerinin yavaşlığını görünür kılar. Bu yüzden üretken ve ahlaklı adam, bu sistemde tehdit olarak algılanır.
Türkiye’de birçok birimde gerçek sorun, kaynak eksikliği değil; birazda vizyon eksikliği ile ilişkilidir. İyilikle çalışan, geleceği düşünen, analiz yapabilen insanlar, uzun vadede toplumun gerçek motor gücüdür. Ama kısa vadeli menfaat ve kişisel hesaplar öyle güçlüdür ki, bu insanların enerjisini sömürür, sonra da bir köşeye posa gibi iter. Tıpkı Mevlana'nın “Nice insanlar gördüm, üzerinde elbise yok; nice elbiseler gördüm, içinde insan yok” sözünde olduğu gibi, makam sahibi ama insanlığı olmayanların sayısı artar.
Bu ülkede, tarihsel açıdan işlerin tam rayına oturacağı esnada giderek “zıvanadan çıkması”nın nedeni, kötülerin güç kazanması değil; iyilerin yalnız bırakılmasıdır. Çünkü kötülük organize çalışır, iyilik ise bireyseldir ve garibandır. Bunu tarihte defalarca gördük. N. Topçu’nun “İsyan ahlâkı” dediği şey tam da bu noktada kıymetlidir: İsyan, kaosa değil; adalete, hakikate, sorumluluğa yönelmiş bir dik duruştur. Bu ülkede derdi olan insanlar, işte bu isyan ahlakını taşırlar; çünkü sessizce seyretmek, çürümenin parçası olmaktır.
Bugün kurumların içindeki sessiz emekçiler, belki alkışlanmıyor, belki değer görmüyor; ama bu ülkenin gerçek umudu yine onların omuzlarında duruyor. Onlar bir şey yapmak için değil, doğru olanı yapmak için çabalıyorlar. Kıymet bilinmese de, çabaları fark edilmese de, tarih her zaman hakikati görür. Çünkü R. W. Emerson’un dediği gibi: “Bir insanın değeri, kendisine değil; dünyaya kattığına bağlıdır.”
Ve bu güzel ülkeye karşı veda değil vefa duygusu ile dertli olanlar, dünyaya gerçekten bir değer katıyorlar. Onlar haklılar… Hem de çok haklılar.