Bir zamanlar Ağrı’da yiğitlik, öyle kahvede oturup laf yarıştırmakla, siyaset masalarında meydanlarda söz kalabalığı yapmakla ölçülmezdi. Yiğitliğin tartısı, bahar aylarında yeniden dirilen dağların yamacındaki yemyeşil otlaklarda, elinde tırpan tutan kollarla yapılırdı. Doğubayazıt’ın serin sabahında, Patnos’un düzlüğünde, Diyadin’in buğulu vadilerinde tırpanın metalik sesi yankılandıkça, hem kas gücü hem de sabır sınanırdı. O sesi duyan köylü bilirdi ki, orada bir delikanlı kendi yiğitliğinin provasını yapıyordur.

O günlerde tırpan, sadece bir alet değildi. Ekmek kapısının anahtarı, yiğidin bilek sınavı, sabrın ve üretimin mihenk taşıydı. Büyükler tırpanın ucunu taşıyla nasıl bileyene bakar, kolunu nasıl savurana dikkat kesilirdi. “Kolu kuvvetli ama nefesi kısa” ya da “Tırpan tutuşu ustaca” gibi değerlendirmeler köy meydanının gündemini belirlerdi. Ağrı’nın en küçük köyünde bile bu iş, yazılı olmayan bir törendi.

Yiğit delikanlı için tırpan, aynı zamanda bir podyumdu. Moda defilesinde pırıltılı ışıklar altında yürüyen manken misali, baharın bereketiyle coşmuş otlaklarda, dimdik göğsünü gere gere tırpan sallamak, onun erkekliğini ve dayanıklılığını cümle âleme duyurmasıydı. Tırpanın her savruluşunda, sadece otlar değil; gurur, emek ve gelenek de biçilirdi.

Tırpanla biçilen otların üzerine serilen türküler vardı bir de. Deli-kanlılar biçilen otların başında türküler tutar, terini silerken kılamların çoşkusuna kulak verirdi. Birlik vardı, yardımlaşma vardı. Köyün bütün haneleri o otlaklardan çıkan ekinde pay sahibiydi. Birinin tırpanı yorulsa ötekinin kolu devreye girerdi. Birinin türküsü susunca öbürünün nefesi yükselirdi. Bu dayanışma, Ağrı’nın taşından soğuğundan daha sert, ama köylünün gönlünden daha sıcak bir bağ kurardı.

Ama zaman değişti. Modernleşme dediler, gelişme dediler, traktörler geldi, biçerdöverler girdi devreye. Tırpanın “şangır şungur” sesi yerini traktörün kükremesine bıraktı. Artık yiğitlik bilekte değil, mazot deposunda ölçülür oldu. Kas gücünün yerini makine gücü, sabrın yerini düğmeye basıp beklemek aldı. Eskiden Doğubayazıt’ın eteklerinde sabahın ilk ışıklarıyla kalkan gençler, şimdi Patnos’un kahvesinde traktörün lastik fiyatını tartışır oldu.

Tırpanla beraber türküler de tarihe karıştı. O eski yardımlaşma günleri de gitti. Köy meydanında artık “Hangi traktörü aldın?” sohbetleri dönüyor. Bir zamanlar “Oğlanın kolu kuvvetliymiş, tırpanı yere sürmeden biçiyor” denirdi. Şimdi “Kaçağ mazotu hangi istasyondan daha ucuz buldun?” deniyor. Diyadin’in dağlarını dolduran kaval sesleri yerine, makinelerin mekanik homurtusu duyuluyor.

Modernleşme köylünün hayatını kolaylaştırdı belki ama gönlünü daralttı. Artık tırpanın ucunu bileylemek diye bir iş yok. Bir gencin kendini sınayacağı, yiğitliğini göstereceği bir alan kalmadı. Kol kasını çelikleştirmenin yerini, oturma kasını kahvede güçlendirmek aldı. Yiğitlik, otlaklarda alın teriyle değil, kahvede telefon ekranına bakıp atılan laflarla ölçülür oldu.

Oysa tırpan, sadece ot biçmedi. İnsan biçti, kültür biçti, dayanışma biçti. Köylünün emeğine kıymet biçti. Şimdi ise biçilen şey, zamanın kendisi oldu. Ağrı’nın dağlarında, Patnos’un düzlüklerinde, Diyadin’in yaylalarında artık sadece geçmişin hayali biçiliyor. O hayalin üzerinde ise sadece traktör tekerleklerinin izleri kaldı.

Velhasıl, tırpanla yoğrulan yiğitlik, köyün türkülerine karışmış o dayanışma günleri birer masal gibi kaldı. Ağrı’nın taşına yazılmış bir masal... Ve bizler, traktörün gürültüsü içinde, o masalı unutmamak için belki de bu yazıyı yazıyoruz.