Rahmetli dedem Hacı Mıhacır-î Mêlo, ikindi vakitlerinde Ağrı veya Diyadin'den gelen köyün dolmuşundan yeni inen bir yolcuyu görünce hafif alaylı bir sesle şöyle seslenirdi: “Kuroo, hele gel, şehirde ne yalanlar vardı...” O anı görenler güler, gelen ise afallardı. Zira köyün doğruculuğu ile şehrin cilalı yalanları arasındaki uçurumu bir tek cümleyle anlatmaktaydı. Köyde yalanın en büyüğü, “bu kuzuyu kurdun kaptığıdır” belki ama şehirde yalanın bin bir çeşidi vardır: kravatlısı, parfümlüsü, tesbihlisi, kartvizitlisi, kahkahalı olanı ve akademik rapor kılığına gireni...

Kentlerin büyümesiyle birlikte, yalan da kentsel hizmet gibi genişledi. Eskiden bireysel menfaat uğruna atılan “küçük beyaz yalanlar” şimdi kentsel dönüşüm projeleri, imar izinleri ve belediye ihale dosyalarında devasa bloklar halinde yükseliyor. Betonla birlikte büyüyen bu sahtecilik, gökdelenlerin cam cephelerinde parlayan ışıklar gibi aldatıcı ve soğuk. İnsan, her an bir reklam tabelasının altına saklanmış, indirim kılıfına girmiş, “müşteri memnuniyeti” sloganıyla süslenmiş bir yalana çarpıyor.

Gündelik ilişkiler de bundan nasibini alıyor. Komşu, selam verirken gülüyor ama içinden “çöpünü yine kapımın önüne koymuş” diye homurdanıyor. İş yerinde patron, “biz bir aileyiz” diyor, ama ilk fırsatta en zayıf halkayı işten çıkarıyor. Sevgililer birbirine “seninle sonsuza kadar” derken, WhatsApp’ta üçüncü kişiye göz kırpıyor. Yalan artık utanılacak bir durum değil, kentte hayatta kalmanın en zarif aksesuarı. Ve hepimiz için Üsküdar'a atıyla geçenin şansı gibi olmazsa olmazımız olmuş.

Bir de şu sosyal medya yalanları var ki, dedem görse muhtemelen şöyle derdi: “Kuroo, bu millet köyün harmanında tarlayı bırakmış, şehrin harmanında kendini biçiyor.” İnsanlar filtrelerle yüzünü, mekânla kişiliğini, “story”lerle ruhunu süslüyor. Kahvehanede otururken bile fotoğrafın altına “iş toplantısı” yazıyor. Düğünde çekilen poz, “yurt dışında seminer” diye paylaşılıyor. Gerçek, paylaşımların sahici olmayan gölgesinde eriyip gidiyor.

Siyaset sahnesi de aynı. Liderler halka “dürüstlük” diye sesleniyor, kürsüde elini göğsüne koyup “benim milletim” diyor, sonra ertesi gün başka bir lobinin kulağına “benim dostum” diye fısıldıyor. Şehirdeki meydanlarda yalanın sesi hoparlörlerden yankılanıyor, pankartlarda süslü laflara dönüşüyor, en çok da seçim zamanı çiçek açıyor. Kentin kaldırımları bu yalanların ayak izleriyle dolu. Nice yalanlardan kallavi bir antoloji kitabı olabilir.

Alışveriş merkezlerinde de benzer bir hal var: “indirim” yazıyor ama fiyat üç gün önce artırılmış. “Doğal ürün” diye pazarlanan meyve, laboratuvardan çıkma. “Hakiki deriden” üretilmiş çanta, plastikle yoğrulmuş. Modern kentlerde tüketim dediğimiz şey, aslında süslü bir kandırmacanın seri üretimi. Tüketici yalanı satın alıyor, üretici yalanı satıyor, herkes birbirini kandırmanın konforunda buluşuyor.

Dostlukların bile tadı tuzu kalmadı. Kentte buluşmalar “hemen görüşelim canım” diye başlıyor, sonra aylarca erteleniyor. İnsanın ruhu da şehrin gökdelenleri gibi yükseliyor ama bir o kadar da boşalıyor. Yalan, ilişkilere mermer gibi soğuk bir yüz kazandırıyor. İtiraf edelim, artık insanlar birbirine hakikati söylemektense, “güzel yalan” tercih ediyor. Çünkü hakikat, şehirde kimsenin işine gelmiyor. Akademilerde "yalanla mücadele" üzerine bir ana bilim dalı kurulup hakikat daha nasıl bertaraf edilmeli üzerine bilimsel çalışmalar yürütülmeli.

Sonuçta, rahmetli dedemin o tek cümlesi hâlâ kulaklarımda: “Hele gel, şehirde ne yalanlar vardı...” Bugün dönüp baktığımızda, görüyoruz ki şehirlerde sadece yollar, binalar ve nüfus değil; yalanların repertuarı da genişlemiş. Köyün dolmuşunda inen yolcu hâlâ şaşkın, ama artık bütün bir kent, o yalanlarla yolunu bulmaya çalışıyor. Eğer bulabilir ise...