İnsanın doğarken kulağına fısıldanan ezan, aslında ömrünün ilk müjdesi olduğu kadar sonrasının da habercisidir. Ne gariptir; doğduğumuzda ezan okunur, fakat namaz kılınmaz. Ölürken ise ezan okunmaz ama namaz kılınır. Sanki hayat dediğimiz o kısacık yolculuk, doğumla ölüm arasında kılınacak bir namazın bekleme süresi gibidir. Ezan okunmuş, vakit başlamış; biz de ömrümüz boyunca kıyam, rükû ve secdelerimizi biriktirmişizdir.
Ama öyle bir namaz ki bu, herkes kendi mihrapsızlığında kılar. Kimi ömrünü sadece kıyamda geçirir; dimdik durmayı marifet sanır ama bir türlü secdeye varmaz. Kimi hep rükûdadır; boyun eğmekten doğrulmayı unutmuştur. Kimisi de daha ilk tekbirde gaflete dalar, namaz boyunca aklı alışverişte, dünyalıkta kalır. Ölüm geldiğinde imam önümüze geçer, son saf kurulmuş, son namaz kılınmıştır. Fakat asıl cevap, toprağın altında meleklerin sorularına vereceğimizdir.
Tarihten nice örnekler vardır. Hz. Ömer’in adaletini düşünelim: Daha o dünyada iken kefenini hazırlayan, halifeliğini bir yük gibi taşıyan bir adam… Bir de Emevi saraylarında dünya saltanatını namazın önüne koyanları hatırlayalım. İkisi de aynı ezanla başlamış, aynı namazla uğurlanmışlardır; lakin ömürleri farklı bir hutbe gibi yankılanır.
Anadolu’nun şark diyarı da bu hakikatin şairidir. Köyün medreseli imamı, yeni doğan çocuğun kulağına “Allahu ekber” diye fısıldarken, bilirdi ki bir gün o çocuğun cenaze namazını da kendisi kıldıracaktır. Yaylada sürü güden çoban, belki Fatiha’yı eksik okurdu ama gecenin karanlığında yıldızlara bakarken kendi namazını kılardı. Aşıkların deyişlerinde, dengbêjlerin kılamlarında hep bu doğum-ölüm ikilemi işlenmiştir. “Ezan geldi geçti, namaz kılındı mı?” diye soran türkü, aslında hayatın hesabını hatırlatır.
Nice insanlar vardır ki, doğarken kulağına okunan ezanı işitmemiş gibidir; ömür boyu gafletle yaşar, sonunda namazı cemaatin sırtına kalır. Onların namazı, arkasından edilen “toprağı bol olsun” temennilerinden ibarettir. Oysa Anadolu’nun irfanı der ki: “İnsan öldüğünde arkasından okunan Fatiha, hayattayken kıldığı namazın bereketiyledir.” Yani yaşarken namazsız olan, öldükten sonra da Fatiha’sız kalır.
Mevlânâ, ölümünü düğün gecesi sayarken aslında bu hakikati işaret ederdi: O ezan, doğumla verilmiş; o namaz, ölümle kılınmış; aradaki ömür ise Allah’a vuslat hazırlığı olmalıydı. Her şey gelip geçer, baki olan ise sadece Hakk’ın cemalidir.
Velhasıl, hayat dediğimiz şey doğum ezanı ile ölüm namazı arasındaki kısa bir vakittir. Kimimiz bu vakti bir bayram namazı gibi sevinçle, kimimiz bir cenaze namazı gibi hüzünle geçiririz. Ama ne olursa olsun, asıl imamı Allah olan o büyük ahiret cemaatine katılmaktan kimse kurtulamaz. Büyük âlim merhum Seyyid Abdullah Mollakendi'nin dediği gibi; “İnsan, ömrünü dünya rahatına harcar, fakat asla bulamaz; kapı ölümle aralandığında ise hakikatin huzuruna yalnızca amelleriyle varır.”