Bir zamanlar Ağrı’nın rüzgârı bile sınırdan haber taşırdı. Doğubayazıt’ta bir akşamüstü, Ararat’ın gölgesinde oturan yaşlı bir adam “Bizim hayatımız gümrük çizgisine sıkıştı evlat,” derdi. O çizgi, haritada bir kalem darbesiyle çekilmişti ama halkın kaderini ikiye bölmüştü. Bir yanda ekmek parası için İran sınırını geçenler, öte yanda “kaçakçı” damgasıyla yitip giden hayatlar… Sınır, bir yer değil, bir alın yazısıydı.
O yıllarda Doğubayazıt’ın sokaklarında gecenin bir vaktinde sessizce yürüyen gölgeler olurdu. Adları Mahmut, Nurettin, Ahmo, Memo… Hepsi de kahramanlıkla suçun arasında gidip gelen bir çizgide yürürdü. Ellerinde sigara değil, “umut” taşır, sırtlarında yoksulluğun kamburunu yüklenirlerdi. Kaçakçılık, kimine göre suçtu ama onlara göre “hayatta kalmanın sanatıydı.” Devletin yufka yüreği ile sert eli, bazen ekmekle taşın arasına sıkışırdı. Kimse “niye geçti?” demezdi, çünkü bilirlerdi: Aç kalan adam sınırı değil, vicdanını aşardı.
Kaçakçı hikâyeleri, Doğubayazıt, Ağrı ve Diyadin kahvelerinde dilden dile dolaşırdı. “Şakiro’nun son geçişi”, “Memo’nun İran’dan getirdiği mazot”, “Celo’nun dönüş yolunda tipiye yakalanışı…” Hepsi gerçekti, hepsi birer ağıt gibi anlatılırdı. Biri karlar altında kaldı, biri kurşunla vuruldu, biri bir daha dönmedi. Ama o hikâyelerde bir onur vardı, bir direniş vardı. Çünkü o dağlar sadece sınır değil, bir halkın sabrının da şahidiydi.
Devlet, bir dönem sınır ticaretini suçla özdeşleştirirken, halk geçim derdini “yasadışı” yollarda değil, “çaresizlikte” arıyordu. Çünkü Ağrı’da “kaçakçılık” çoğu zaman “çocuğuna süt almanın diğer adıydı.” Kadınlar sabahın köründe tandır başında dua eder, erkekler karanlıkta atlarına binip İran’a yönelirdi. Herkesin dualarında tek bir dilek vardı: “Sağ salim dönsün.” Ama bazıları dönmedi, sadece ismi kahve duvarlarına ve olmayan kabir taşlarına yazıldı.
Doğubayazıt, sınırın ticaretle değil, hikâyelerle beslendiği bir yerdi. Eski Han’ın gölgesinde çay içenler, bir zamanlar “kaçakçılığın filozoflarını” dinlerdi. “Sınırın ötesinde insan da aynı insandır” derdi biri; “ama kaderi farklıdır.” İran’dan gelen halılar, çaylar, fincanlar, kınalar, radyolar… Hepsi bir zamanlar “yasak mal” sayılırdı ama o mallar bir kültürün, bir temasın, bir yaşam alışverişinin hatırasını taşıdı.
Bugün o eski hikâyeler yerini sessizliğe bıraktı. Beton duvarlar, termal kameralar, dronlar… Sınır artık sadece çizgi değil, bir “duvar” oldu. Ama halkın hafızasında hâlâ o gözü kara adamlar yaşar. Her yeni nesil, dedesinin bir gecede nasıl İran’a geçip sabaha kadar yürüdüğünü, bir bidon mazotla nasıl geri döndüğünü dinler. Belki biraz gururla, biraz da hüzünle… Çünkü o hikâyelerde hem “direniş” hem “yoksulluk” hem de “onur” vardır.
Ve bugün biri Doğubayazıt’ta Ağrı Dağın'a doğru baktığında, rüzgârla birlikte o eski sesleri duyar gibi olur: “Sınır mı? O bizim kaderimizdi.” Ağrı’nın taşına, dağının sessizliğine sinmiş o hikâyeler, bir halkın vicdanında hâlâ yankılanır. Çünkü bazı sınırlar, coğrafyada değil, kalpte çizilmiştir.