Süreci 22 Ekim 2024’teki çağrısıyla başlatan bilge lider Bahçeli oldu. Bahçeli’nin Öcalan’a yaptığı çağrının çerçevesi apaçıktı: “Öcalan gelsin DEM Parti grubunda örgütüne kendisini feshetme ve silah bırakma çağrısında bulunsun.” Öcalan 27 Şubat 2025’te bu çağrıya yanıt verdi.


İmralı heyetinin 27 Şubat’ta açıkladığı bildirisinde Öcalan hiçbir yoruma mahal bırakmadan şu çağrıda bulundu:

“Devlet ve toplumla bütünleşmek için kendinizi feshedin ve silahlarınızı bırakın.”

Çerçeve gayet açık.

Amaç son derece net.

Öcalan’ın o tarihi çağrısının hiçbir yerinde “Kürt sorunu” ibaresi yok.

“Kürt sorunun demokratik çözümü” türünden ifadeler yok.


Fesih ve silah bırakma için ileri sürdüğü hiçbir koşul yok.

Sadece el yazısıyla gönderdiği ek bir notta fesih ve silah bırakmanın yasal ve hukuki altlığının oluşturulması gerektiğine dair bir hatırlatması var.

Öcalan o tarihi çağrısında ayrı ulus- devlet talepleriyle birlikte etnik temelli federasyon ve özerklik taleplerini örgütü adına tarihe uğurladığını apaçık belirtiyor.

Dahası, çözüme engel oluşturacak kültüralist taleplere dahi kapıları kapatıyor.

Öcalan’ın ortaya koyduğu bu yeni paradigma fesih ve silah bırakmanın hiçbir şarta bağlı olmadığını ama silah bırakıp gelmek isteyenlerin de eve dönüşlerine ve ilerde siyaset yapabilmelerine imkan sağlayacak yasal-hukuki bir zeminin oluşturulması gerektiğini apaçık içeriyor.


Mecliste kurulacak komisyonun amacı bu bence.

Meclis komisyonuna başka amaçlar yüklemek, “Kürt sorununa demokratik çözüm” gibi amaçlar yüklemek sürecin Bahçeli ve Öcalan tarafından netlikle ortaya konulan çerçevesinin dışına çıkmak anlamına gelir.

PKK-DEM cephesinden zaman zaman bu yönde yapılan açıklamalar Öcalan’ın yeni paradigmasına da sürecin amacına da tamamen ters.

Öcalan’ın demediklerini demek Öcalancılık olmaz.

27 Şubat çağrısının içerdiği yeni çözüm paradigmasının dışına çıkan her anlayış ve dayatma aslında Öcalan’ı boşa çıkartma ve süreci de sabote etme anlamına gelir.

Bu hiçbir şekilde demokratikleşme adımlarının atılmayacağı veya atılmaması gerektiği anlamına gelmez.


Tam tersine demokratikleşme sürecin taçlandırılması için olmazsa olmaz önemdedir.

Türkiye Yüzyılı bunun için tarihi önemde bir vurgudur.

Türkiye Yüzyılı’nı birlikte inşa etme çağrısı da demokratikleşme süreciyle doğrudan alakalıdır.

Burada denklemi doğru kurmak önemlidir.

Düğme yanlış iliklenirse sonuç hüsran olur.

Doğru denklem şudur:

Demokratikleşme silah bırakmanın şartı değildir, sonucudur.

PKK-DEM cephesi bu kritik süreçte 27 Şubat çağrısında yer almayan “Kürt sorununun demokratik çözümü” gibi sanki silah bırakmanın şartı buymuş algısı oluşturacak açıklamalardan özellikle kaçınmalıdır.

Zira bu tür açıklamalar Öcalan’ın yeni paradigmasına ters olmanın ötesinde ayrıca süreç karşıtlarının da değirmenine su taşımak gibi bir vahamet içeriyor.


Süreci örgütü adına yürüten Öcalan olduğuna göre Öcalan’ın dediklerinin dışına çıkmak Öcalan’ın gücünü ve etkisini kırmak ve sürdürdüğü süreci de sabote etmek anlamına gelir.

DEM Parti elinden silahı alınacak örgüt değildir. Bu şekilde muhatap alınan bir örgüt de değildir.

Öcalan adına süreci selamete ulaştırmakla yükümlü kılınan bir siyasi partidir.

Öcalan’ın partisi olarak Öcalan’ın yeni paradigmasına uygun siyaset izlemek ve bu bağlamda çözümü mümkün kılacak anlamlı diyaloglarda bulunmak DEM’i anlamlı ve değerli kılar.

DEM kendini sürece çerçeve çizen veya rota belirleyen bir konumda görürse, dahası 27 Şubat çağrısında belirtilmeyen hususları gündeme taşıyan bir konuma yerleştirirse sürece zarar verir.


Öcalan’ın dili de dedikleri de ortada iken başkaca bir dil ve söz süreci enfekte eder.

SURİYE POLİTİKASINI YENİDEN İNŞA ETMEK
Türkiye’nin Suriye politikasını iki konuda yeniden gözden geçirmesi şart.

Suriye’nin inşa sürecinde yanlışlıklar yapılırsa sonuç hem Suriye hem de Türkiye için hiç de hayırhah olmaz.

1- Suriye’nin HTŞ ideolojisinin şekillendirdiği din kisveli bir Arap milliyetçiliği ekseninde katı merkeziyetçi bir idare tarzına bürünmesine katkı sunmamak elzemdir. Tersine Suriye’de yaşayan tüm unsurların “kurucu unsur” olarak kabul edildiği ve herkesin haklarının anayasal güvencelere kavuşturulduğu demokratik bir Suriye’nin inşası olmazsa olmaz bir öneme sahiptir.


Suriye’nin toprak bütünlüğü, siyasi ve sosyal birliğini Arap milliyetçiliği eksenine oturmuş katı merkeziyetçi bir idare sisteminde aramak, farklı bir Baas rejimine yol açar.

Elbette güçlü bir Suriye olmalıdır. Hiç kuşkusuz toprak bütünlüğü olan tek bir Suriye devleti olmalıdır. Bu güçlü Suriye “Herkesin Suriye’si” olmalıdır ve herkesin özelliklerini ve farklılıklarını kendinden bilip üzerinde taşıyan bir Suriye olmalıdır.

İktidarı ele geçiren bir örgütün tek başına oluşturacağı bir Suriye “Herkesin Suriye’si” olmaktan çıktığı andan itibaren ne toprak bütünlüğünü ne de sosyal ve siyasi birliğini muhafaza eden bir Suriye olur.


Herkesin gücüne göre temsil edildiği demokratik bir merkez ve herkesin temel hak ve özgürlüklerinin sarahaten güvence altına alındığı özgürlükçü anayasal bir yönetim Suriye’yi her bakımdan güçlü kılar.

“Herkesin Suriye’si” bu şekilde oluştuğunda yerel yönetimlerin “kendini yönetme” tarzında ortaya çıkması, hiçbir şekilde merkezin gücünü azaltmaz. Zira merkez herkesin merkezi olduğu için tüm yetkilerin katı bir biçimde ilerde pekâlâ yerel iradeyi boğacak bir zorbalığa dönüşmesine imkan sağlayacak şekilde merkezde toplanmaması aslında merkezi zayıflatmaz güçlendirir.

Şayet merkez Arap milliyetçiliğine yaslanan bir otoriter yapıya bürünürse, yani Arap olmayan toplulukların kendi bölgelerinde kendi evlatlarına dahi kendi anadillerinde öğrenim hakkından yoksun bırakılırsa, işte o zaman Suriye’nin yeterince iç savaştan örselenmiş ve güvensizlikle derinleşmiş yapısı hızla yeni bir çözülme ve çatışma zeminine oturur.


Buna mezhebi farklılıklar da eklenince ortaya çıkacak tabloyu tahmin etmek zor olmasa gerek.

Bu tarz bir yönetim sadece Kürtlere değil Türkmenlere de zarar verir.

Bu durumda ortaya çıkacak kaos, hoşnutsuzluk ve çatışma süreçlerinde “demir yumruk” politikasının kaçınılmaz olduğunu savlamak ise geçmiştekine benzer bir Baas rejimine davetiye çıkarmaktan farksız olur.

Türkiye tarihsel misyonu gereği Suriye’nin yeniden inşa sürecinde bu tür sapmaları teşvik eden bir pozisyonda asla olmamalı tersine herkesin hamisi olan bir pozisyonda durarak “Herkesin Suriye’si”nin herkese kazandıracak bir anlayışla inşa edilmesinde öncü rol üstlenmelidir.


Suriye’deki merkeziyetçilik yerel iradeyi boğan Baas türü bir Arap milliyetçiliği ekseninde de olmamalı, etnik ve mezhebi temelde federasyon veya kanyonla yönetimler tarzında da olmamalı.

Pekâlâ adem-i merkeziyetçilik bütünüyle idari temelde yerel iradeyi merkeze daha güçlü bağlayan bir demokratik anlayış temelinde inşa edilebilir.

“Suriye artık biziz, Suriye bizden ibaret, ya bize katılırdınız ya da başınızı ezeriz!” tarzı yaklaşımlar, Türkiye’nin kabulüne asla Mazhar olabilecek yaklaşımlar olamaz.

Reis’in “Türkiye Yüzyılı’nı gelin birlikte inşa edelim!” anlayışı, Suriye için çok daha anlamlı ve gereklidir.


Unutmayalım: Suriye’de geçici bir yönetim ve anayasa var. Henüz Suriye halkının onayından geçmiş seçilmiş demokratik bir yönetim ve anayasa yok.

Suriye’yi geçici yönetimin ve o yönetimin tek yanlı benimsediği anayasanın dar ideolojik kalıplarına hapsetmek ve başkaca çözüm önerilerini peşin peşin bölücü diye tanımlayıp düşmanlaştırmak ne demokratik bir tutum olur ne de AK Parti’mizin kurucu ilkelerine uygun düşer.

Suriye için eski Türkiye modelini dayatmak isteyenlerin oyununu bozmaz ve tarihi misyonumuza yakışır bir yeni inşa sürecinin mimarı olmazsak hem Suriye’ye hem de kendimize kötülük etmiş oluruz.


2-SDG ile sürecin ruhuna ve amacına uygun bakış açısıyla ilişki kurmalıyız.

Suriye’nin PKK’sı olan SDG yönetimi başta Türkiye’nin gücüne dönüştürecek bir yeni bakış açısına ve siyasasına ihtiyaç var.

Sadece SDG’yi değil Suriye’deki Kürtlerin tamamını tıpkı Türkmen kardeşlerimiz gibi Türkiye’nin gücüne doğru temelde dönüştürecek bir siyasa Türkiye’nin bölgedeki gücüne güç katar.

Dünkü şartlar yok artık.

Ne Suriye dünkü Suriye’dir ne de PKK dünkü PKK’dır ne de Türkiye dünkü Türkiye’dir.

Cumhurbaşkanımızın dediği gibi artık herkes için “yeni bir devir” açılıyor.

O halde bu yeni devrin anlayışına göre birbirimizi değerlendirmemiz şart.


PKK Öcalan’ın çağrısı üzerine kendini feshettiğini açıkladı. Silah bırakacağını da en üst düzeyde bir temsille gösterdi. Süreç bu doğrultuda emin adımlarla ilerliyor.

PKK Türkiye için bir tehdit unsuru olmaktan çıktığında, dahası Öcalan’ın açıkladığı “devlet ve toplumla bütünleşme” amacı doğrultusunda kendini Türkiye’nin gücüne dönüştürdüğünde, o zaman hala PKK’yı bir “terör örgütü” olarak görüp düşmanlaştırmanın anlamı kalır mı?

Türkiye için ayrı bir ulus-devlet istemi yok. Etnik temelli bir federasyon ve özerklik talebi yok. Türkiye için herhangi bir sorun olmadığında bölgeyi doğru temelde anlamak ve dizayn etmek şart.


Türkiye Suriye değildir, Suriye de Türkiye!

Suriye’nin PKK’sı on yıllardır iç savaş ortamında ABD himayesinde kantonal-özerk bir yönetim oluşturarak varlığını sürdürüyor. Çok güçlü bir askeri yapıya sahipler. O bölgede PKK dışında sayıca çok daha fazla Kürtler de var. Arap aşiretleriyle beraber hareket ediyorlar. Türkiye’de başlayan süreç, düne kadar birbirine düşman olan PKK ve diğer Kürt unsurları bir araya getirdi. Ve orada yeni bir Kürt temsili doğdu. Şimdi bu Kürt temsili belirleyici olma yolunda ilerliyor.

Dün SDG diye anılan bu yapı, Türkiye için bir tehditti. Düşmandı.

Ama bugün şartlar değişti.


Süreç bütünüyle tamamlandığında bu yapı tıpkı Irak’takine benzer biçimde Türkiye’nin dostu ve müttefiki olacaktır.

Türkiye bu entegrasyonu sağlayabilecek kudrete sahip bir ülkedir.

Başkaca kaygılara gerek yoktur.

Eskinin tehdit algısına dayalı paranoyalarla Türkiye’nin gücünün kırılmasına ve algısının bozulmasına yol açacak maceralara asla geçit verilmemeli ve bu tür akıl verenlere de kapı gösterilmelidir.

Mazlum Abdi ve SDG yapısı Öcalan’a rağmen tavır koymaz.

Ama orada oluşmuş güçlü bir yapı var.

Suriye’deki koşullar ve belirsizlikler ortada.

Yılların oluşturduğu güvensizlikler var.

Başka ülkelerin istihbarat organları hâlâ çok faal.


Suriye’de iktidarı ele geçiren HTŞ henüz herkese güven verecek bir konumda değil.

HTŞ’nin hem ideolojisinden hem de geçmişinden kaynaklı güvensizlikler ancak herkesi kapsayan ve herkesi farklılığıyla kucaklayan yeni bir Suriye yönetimi ortaya çıktığında yok olur.

Şara yönetimi bu güven iklimini sözle oluşturmasına rağmen pratik henüz o sözleri doğrulayıcı nitelikte görünmüyor.

“Ya bizi kabul edersiniz ya da sizi tanımaz ezer geçeriz!” anlayışı geçmişten gelen güvensizlikleri derinleştirmekten öte bir işe yaramıyor.

O yüzden kimse elindeki silahı bırakmak istemiyor. Veya elindeki silahlarla yönetimin bir parçasına dönüşmek konusunda gerekli güvencelerin oluşmadığına inanıyor.


Suriye’nin kuzeyindeki yapı fiilen küçük bir devlet gibi.

Güçlü askeri yapısıyla ve idari birimleriyle yeni Suriye’nin gücüne Öcalan’ın çağrısına uyarak dönüşmek istiyor.

O entegrasyonu sağlamak istiyor.

Ama bu entegrasyon konusunda güven temelinde adımlar atılamıyor.

Türkiye bu süreci tamamlayan bir misyon üstlenmeli.

SDG Suriye yönetimini tanıyor ve ona katılma istediğini yüksek sesle dile getiriyor.

Bu bütünleşme süreci için atılması gereken adımlar var.

Türkiye ne kendisi ne de Suriye için tehdit oluşturmayacak olan bir yerinden yönetim modelini hayata geçirmeli.

Şara yönetimine Suriye Kürtlerinin bir bütün olarak sunduğu yerinden yönetim talebini Türkiye kendisi için bir tehdit olarak görmemeli. Tersine Kürtlerin tıpkı Türkmenler ve diğer tüm unsurlar gibi anayasal düzeyde kurucu bir unsur olarak kabul edilmesini sağlayan ve dahi kazanımlarını da kendi kazanımı olarak görüp destekleyen bir siyasayı esas almalı.


Eminim ki Türkmen kardeşlerimiz de bunu isterler.

Kurucu unsur olarak haklarının anayasal güvencelere bağlanmasını ve kendi bölgelerinde kendi kendilerini yönetmeyi onlar da isterler.

Yerinden yönetim talebi bölücülük değildir ve illa da etnik temelde olmak zorunda değildir.

Pekâlâ Valilerin halk tarafından seçilmesiyle veya güçlü yerel yönetim modelleriyle bu entegrasyon süreci başarıyla tamamlanabilir. Yerellerin silahlı gücü de merkezi ordunun bir parçası olarak konumlandırılabilir.

Yerelin iradesini ve yönetimini bu çerçevede tanıyan bir merkezi Suriye yönetimi hem toprak bütünlüğünü hem de siyasi birliğini tahkim eder.


Gördüğüm kadarıyla SDG buna hazır.

Entegrasyon konusunda bu temelde atılacak adımlarda Türkiye öncü ve arabulucu bir rol oynarsa hem bir bütün olarak Suriye Kürtlerini kendi gücüne dönüştürür hem de Suriye’nin toprak bütünlüğüyle beraber iç cephesini de tahkim ederek İsrail vb ülkelerin oyun planlarını boşa çıkartır.

Türkiye’nin süreç dolayısıyla ortaya çıkan yeni gelişmeler doğrultusunda Suriye ve SDG politikasını yeniden belirlemesi tarihi öneme sahiptir.

Bu fırsat, Türkiye Yüzyılı için bulunmaz tarihi bir fırsattır, biline!