İrşad Sami Yuca’nın Kaleminden... Sınırda Kapanan Bereket: Ağrı’nın Geliş(me)mişliği Üzerine

Bir şehri ve çevresini düşünün… Sınırında ticaret yolları, dağlarında maden potansiyeli, ovalarında bereketli topraklar, yaylalarında binlerce yıllık hayvancılık kültürü… Ve tüm bunlara rağmen gelişemeyen, büyüyemeyen, adeta kendi bereketini tüketen ve sürekli göç ile anılan bir diyar: Ağrı. Türkiye’nin doğusunda bir sınır kenti olarak, coğrafi kaderi aslında ekonomik bir fırsata dönüşebilir idi; ama olmadı. Ama “neden olmadı?”

Doğubayazıt’taki Gürbulak Sınır Kapısı, sadece Türkiye’nin değil, bölgenin de en önemli geçiş noktalarından biri olma potansiyeline sahipti. Ancak ne yazık ki bu potansiyel bir “yük terminali” olmaktan öteye gidemedi. Bürokrasi, yatırım yetersizliği, sermaye eksikliği ve isteksizliği, güvenlik kaygıları ve diplomatik dalgalanmalar; sınır ticaretini bir can suyu değil, bir belirsizlik alanı haline getirdi. Oysa Avrupa’da, Latin Amerika’da veya Asya’da sınır kentleri, tam tersine canlı ticaret, sanayi ve turizm merkezlerine dönüşür. Ağrı’da ise sınır, bir duvar gibi ekonomik enerjiyi tutuyor dışarıdan gelen parayı da, içeriden çıkmak isteyen umudu da…

Ağrı Ovası, Türkiye’nin en verimli yüksek ova topraklarından biridir. Ancak bu verim, doğru planlama, modern sulama, ürün çeşitlendirme ve gıda sanayi ve de pazarlama stratejilerinden mahrum kalmıştır. Çiftçi, hâlâ ilkel yöntemlerle, devletin belirsiz destek politikalarına bağımlı halde üretim yapar. Tarım, toprağa değil, kaderine bırakılmış gibidir. Traktörün sesi var ama sürdürülebilir bir tarım politikası yok. Tohum atılır ama ürün pazara ulaşmadan tüccarın elinde değerini yitirir. Tarım biterken, köylü göçer; köy boşalır, şehir büyümez işte Ağrı’nın trajik dairesi budur.

Bir zamanlar doğunun et deposu olarak anılan Ağrı, hayvancılıkta da kendi potansiyelini tüketmiştir. Kışların uzunluğu, yem maliyetlerinin artışı, modern barınak eksikliği ve et, süt, yün ve deri üzerine yan sanayinin vücuda gelemeyişi ve de pazar erişiminin zayıflığı; üreticiyi birer birer sahadan silmiştir. Küçükbaş ve büyükbaş hayvancılık, mera zenginliğine rağmen çöküştedir. Hâlâ hayvan pazarı kurulsa da, üretici artık tüccarın insafına kalmış, kâr değil, borç devridaimi yapar hale gelmiştir. Kısacası: “Hayvanın eti kasaba, yünü batıya, derdi köylüye kalıyor.”

Bir şehrin ekonomisi altyapı ile başlar, sermaye ile büyür. Ağrı’da yollar yapıldı, ama o yollardan giden sermaye geri dönmedi. Üniversite kuruldu, ama akademik bilgi yerel üretime arzu edilen seviyede dönmedi. Havalimanı açıldı, ama gelen turist sayısı bir elin parmaklarını geçmedi. Kamusal yatırımlar, daha çok “taş ve beton” üzerinden yürütüldü; üretim odaklı, istihdam yaratan projeler değil. Sermaye sahibi büyük yatırımcılar için Ağrı, “riskli bölge” olarak kaldı. Oysa risk, yatırımın doğasında vardır ama burada risk değil, cesaret eksikliği kronikleşmiştir.

Ağrı Dağı’nın gölgesinde bir ironi vardır: Dünya, efsanelerini aramak için bu dağın eteğine gelir; ama Türkiye içinden kimse uğramaz. Nuh’un Gemisi efsanesi, İshak Paşa Sarayı’nın zarafeti, meteor çukuru, Diyadin kaplıcaları, buz mağaraları, Ahmed-i Hani’nin manevi mirası… Bunların her biri tek başına birer turizm değeri olabilecek potansiyeldeyken, Ağrı hâlâ “geçilen” bir duraktır. Turizm yatırımı, profesyonel rehberlik, tanıtım stratejisi, kültürel markalaşma gibi unsurlar neredeyse yok hükmündedir. Dünyada sınır kentleri, kültür ve ticaret buluşma noktası olurken; bizde sınır, sanki bir “sürgün çizgisi” gibi algılanmaktadır.

Ağrı’da üretim azaldıkça tüketim de kısırlaşır. Genç nüfus işsizlikle, yaşlı nüfus umutsuzlukla sınanır. Göç, artık bir kader değil, bir kurtuluş reçetesidir. Yerel sermaye birikmez, dış yatırımcı gelmez. Sonuçta şehir bir “bekleyiş ekonomisi”ne dönüşür: Kamu maaşını bekleyen, yardım kuyruklarında duran, yatırım umudunu yitiren bir toplum yapısı… Bu durumda ekonomik kalkınma değil, sosyal çözülme baş gösterir.

Ağrı, sahip olduğu jeostratejik konumu, doğal zenginlikleri, tarihi ve kültürel mirasıyla aslında bir kalkınma hikâyesi yazabilirdi. Ama bu hikâye, doğru yazılmadı. Eksik planlama, tutarsız politikalar, yerel inisiyatif eksikliği ve “nasıl olsa olmaz” düşüncesi, her fırsatı yutan bir kara delik gibi davrandı. Bugün sınırın ötesindeki şehirler ticaretle zenginleşirken, bizim sınır kentimiz hâlâ “gelecek vaat eden ama gelmeyen” şehir olarak kalıyor. Ve belki de bütün mesele şudur: Ağrı’nın sınır kapısı açık ama vizyon kapısı kapalıdır.