İrşad Sami Yuca’nın Kaleminden... Kimin Tarihi? Biz ve Ötekinin Kurgulanışı Üzerine


Tarih, insanların dünya hayatında kendilerine kurdukları en büyük yalanı, hakikat süsüyle sunabildikleri bir alan veya anlatı olarak da görülebilir. “Biz” ve “öteki” ayrımı da işte bu yalanın en güçlü makinesidir. Her toplum, aile veya birey şahit olmadığı kendi uzak geçmişini kutsarken, başkasına ait olanı da bir karanlık olarak büyütür. Böylece tarih, gerçeğin aydınlattığı bir saha olmaktan çıkar; kimliklerin savaş alanına, hafızaların çatışma merkezine dönüşür. Hakikatin en büyük tahribatı da tam burada başlar: Tarih araştırması bir ayna olmaktan çıkar, bir silaha dönüşür.

19. ve 20. yüzyıl tarih felsefesi bu tehlikeyi sert biçimde işaret eder. Hegel’in ulusların yürüyüşünü mutlak bir kader gibi yorumlaması, tarihte özne olanı “biz”, özne olmayanı “öteki” ilan etmiştir. Bu ayrım bilimsel bir sınıflama değil, düşünsel bir üstünlük iddiasıdır. R. G. Collingwood ise tarihin zihinsel yeniden inşa olduğunu söyleyerek bir kapı aralar; fakat o kapıdan giren zihnin önyargıları ve ölümcül kimlikleri varsa, ortaya çıkan şey tarih değil, ideolojik bir dekor olur. Yorumun dogmaya, geçmişin propaganda aracına dönüşmesi işte böyle başlar. Olmayan şeyin tiyatrosu yapılır.

M. Bloch, tarihin canlı bir doku olduğunu söylerken tam da bu tehlikeye parmak basar: Tarih, insanın bütün deneyimleriyle anlaşılır. “Biz”i büyütüp “öteki”yi yok sayan bir tarih, eksik değil, sakatlanmış bir tarihtir. Bloch’un uyarısı nettir: Tarihi anlamak için yalnızca belgeleri değil, insanın acılarını, korkularını, kayıplarını ve dahasını görmek gerekir. Oysa ötekileştirici söylem tam olarak bunu yok eder; geçmişi yalnızca kendi tarafının övüldüğü steril bir alana çevirir.

Nietzsche’nin tarihin zararlarından söz ederken kastettiği de tam budur. Tarih bir güç aracına dönüşünce insan zehirlenir, toplumlar çürür. “Biz ve öteki” söylemi, tarihin yaşamı beslemesi gerekirken yaşamı zehirlemeye başlayan karanlık damarlarından biridir. Nietzsche’nin sert uyarısı hâlâ geçerli: Tarih, intikam duygusunu beslediği anda tehlikeli bir makineye dönüşür. Ve o makine geçmişi değil, insanın kendisini öğütür. Ve her dönemde acımasızca öğütmeye devam ediyor.

M. Foucault ise bu sorunu epistemik bir çıplaklıkla ortaya koyar: Tarih, iktidarın dilidir. Kimin konuştuğu değil, kimin susturulduğu belirleyicidir. “Biz” her zaman konuşur; “öteki” ise hep susturulur, silinir, gürültüden ayıklanır. Tarihin arşivlerinde belgeler kadar sessizlik de vardır, ve bu sessizlik ötekileştirilmişlerin sesidir. Foucault’nun gölgesi bize şunu gösterir: Tarih yazımı çoğu zaman hafıza değil, unutturma sanatıdır.

B. Anderson’ın uluslara biçtiği “hayal edilmiş cemaat” tanımı bu yapıyı daha da netleştirir. “Biz” bir hayaldir; fakat bu hayal kimilerini dışarıda bırakır, kimilerini düşmanlaştırır. Tarih yazımı bu hayali beslemek için yeniden kurgulanır. Öteki, ulusal mitin gerek gördüğü negatif boşluğu dolduran figürdür. Bu boşluk dolduruldukça tarih hakikatten uzaklaşır, bir duygusal manipülasyon aracına dönüşür. Bu oyuna senaristlik yapan o tarihçiler de tarihsizleştirilmenin celladı olur.

E. Hoffer da kitle hareketlerinin psikolojisini anlatırken ötekileştirmenin nasıl bir narkotik işlevi gördüğünü açıkça ifade eder. Hoffer’e göre kitleler kendilerine güvenemediklerinde bir düşman icat ederler. Böylece “biz” kimliği güçlenir, “öteki” ise şeytanlaştırılır. Tarih yazımında da aynı refleks işler: Kendine güvenemeyen toplumlar tarihi kılıç gibi kullanır; keser, biçer, doğrular, düzeltir ama asla anlamaya yanaşmaz. Hoffer’in şu tespiti tarihin karanlık yüzünü açıklayan en keskin cümlelerden biridir: “Bir kitle, düşmansız yapamaz; çünkü düşman onun varlık nedenidir.”

Ve gün geliyor, bu kavramların hepsi Türkiye’deki tarihçiliğin ve yazımının üzerine gölge gibi düşüyor. Akademik alan yüzyıldır büyük ölçüde savunmacı, reaksiyoner, romantik ve ideolojik bir kurgunun içinde sıkışmış durumda. “Biz hep muzafferdik veya mazlumduk”, “ötekiler hep hain”di söylemi, bilimsel bir iddia değil; toplumsal bir kompleksin dışa vurumudur. Bu söylemle üretilen tarih metinleri hakikatin değil, travmaların ve hamasetin eseridir. Böyle bir ortamda tarihçi, araştırmacı değil; bir tür nöbetçi, bir bekçi, bir ideoloji memuru hâline gelir.

Ötekileştirici tarih, hakikati değil, korkuyu büyütür. Kendisini sürekli düşmanlarla var eden bir toplum, tarihle barışamaz; çünkü tarih onun için bir ayna değil, bir siper hâline gelir. Oysa gerçek tarihçilik, Bloch’un dediği gibi insanı anlamakla başlar; Hoffer’in uyardığı gibi kitle psikolojisinin tuzaklarına düşmemekle sürer. Hakikat, “biz” ve “öteki”nin ötesindedir. Bunu göremeyen toplumlar geçmişi kutsarken geleceğini kaybeder.