İrşad Sami Yuca’nın Kaleminden... Anadolu Üniversitelerinde Süreklilik Krizi ve Çıkış Yolları


2007 sonrasında Türkiye yükseköğretim politikalarında yaşanan en belirgin dönüşüm, Anadolu’nun hemen her iline bir üniversite kazandırma stratejisiydi. Bu adım, yükseköğretimin mekânsal adaletini sağlamak, genç nüfusun eğitim erişimini artırmak ve bölgesel kalkınmayı desteklemek amacıyla samimi bir yaklaşımın adımıydı. Ancak, bu idealin sahadaki yansıması bazı ön fizibilite çalışmalarının eksik olmasından kaynaklı olarak dönüşüm beklentisini niteleyen hedeflere orta vadede varılamamış, buna binaen birçok taşra üniversitesi kısa sürede “akademisyen sirkülasyonunun yoğun yaşandığı kurumlar” haline gelmiştir. Birçok yapısal sorunun yanında özellikle kalıcı akademik kadroların oluşmaması, bilgi birikiminin sürdürülememesi ve kurumsal kimliğin idari, sosyal ve kültürel nedenlerden yerleşememesi, bu üniversiteleri yapısal bir kırılganlığa mahkûm etmektedir.

Bu yeni akademik kurumlarda akademisyen göçünün temelinde çoğu zaman maddi sebeplerden ziyade mesleki, sosyal ve kültürel nedenler de aramak gerekir. Anadolu’nun az gelişmiş illerinde yaşam standartlarının sınırlı olması, nitelikli eğitim ve sağlık hizmetlerine erişimdeki zorluklar, kültürel ve entelektüel çevrenin dar oluşu, akademisyenlerin uzun vadeli yaşam planlarını bu şehirlerde kurmalarını zorlaştırmaktadır. Bu durum, genç ve üretken akademisyenlerin batıdaki daha gelişmiş kentlerdeki üniversitelere geçişini kaçınılmaz kılmakta, taşra kurumlarını sürekli bir “ara durak” konumuna indirmektedir.

Akademisyen göçü yalnızca bireysel bir tercih değil, aynı zamanda kurumsal hafızanın kaybı anlamına da gelmektedir. Her birkaç yılda bir öğretim elemanlarının değiştiği fakültelerde eğitim programlarının oturması, araştırma projelerinin süreklilik kazanması, kurumsal geleneklerin oluşması mümkün olamamaktadır. Bir bölümün ya da fakültenin kimliğini şekillendiren en önemli unsur, o birimde uzun süre görev yapan ve o kurumu “ev” bellemiş akademisyenlerdir. Bu kişiler eksik olduğunda, her yıl yeniden başlayan bir “kuruluş döngüsü” yaşanmakta, kurumlar hep başlangıç çizgisinde kalmaktadır.

Akademik düzenin yerleşememesi, doğrudan eğitim kalitesine de yansımaktadır. Sürekli değişen kadrolar, derslerin tutarlılığını bozmakta; öğrenci-öğretim elemanı ilişkisinin sürekliliği kesilmektedir. Araştırma ve yayın performansında istikrar sağlanamamakta, bölgesel kalkınma hedefiyle kurulan bu üniversiteler kendi bölgelerinin toplumsal ve ekonomik sorunlarına çözüm üretecek bilgi merkezleri haline gelememektedir. Sonuç olarak, bu kurumlar yükseköğretimin “taşra uzantısı” olmanın ötesine geçememekte, kendi özgün akademik ekosistemini kurmakta başarısız olmaktadır.

Bu göç olgusunun bir başka boyutu, batıdaki üniversitelerde yoğunlaşan akademik birikimin bölgesel eşitsizliği daha da derinleştirmesidir. Zaten sınırlı kaynaklara sahip olan doğu ve güneydoğu illerindeki üniversiteler, nitelikli akademisyen kaybıyla birlikte bilimsel üretkenliğini sürdürememekte, öğrenciler açısından “tercih edilmez” kurumlara dönüşmektedir. Böylece yükseköğretim sistemi içinde mekânsal bir hiyerarşi oluşmakta; bazı üniversiteler sürekli “gönderen”, bazıları ise “toplayan” kurumlar haline gelmektedir.

Ayrıca, bu göçün sürekliliği, akademik etik ve liyakat sistemine de zarar vermektedir. Sürekli personel açığı bulunan taşra üniversitelerinde akademik kadrolar kısa vadeli çözümlerle doldurulmakta, nitelikten çok “mevcudu tamamlama” kaygısı öne çıkmaktadır. Bu durum, akademik rekabetin yerini bürokratik kadro arayışlarına bırakmakta, bilimsel kaliteyi düşürmektedir. Kurumsal motivasyonun zayıflamasıyla birlikte, yeni kurulan üniversiteler toplum nezdinde beklenen saygınlığı kazanamamakta, bir tür “ara basamak” psikolojisi kalıcı hale gelmektedir.

Ayrıca, büyük kentlerde yerleşik köklü üniversitelerin akademisyenleri, çoğu zaman “taşra” olarak gördükleri yeni üniversitelere ve buralarda görev yapan meslektaşlarına karşı bazen küçümseyici bir tutum/söylem sergileyebilmektedir. Bu hiyerarşik ve dışlayıcı bakış, akademik dayanışma kültürünü zayıflatmakta, taşradaki akademisyenlerin motivasyonunu ve kurumsal aidiyet duygusunu ciddi biçimde sarsmaktadır. Sonuç olarak, bu tutum yalnızca bireysel moral kaybına değil, aynı zamanda taşra üniversitelerinin akademik üretkenliğini ve gelişim potansiyelini de olumsuz yönde etkilemektedir.

Tüm bu tablo, Anadolu’daki yeni üniversitelerin aslında “kurumsallaşamama sendromu” yaşadığını göstermektedir. Üniversite binası, laboratuvarı veya fiziki imkânları olmak tek başına yeterli değildir; asıl olan, insan kaynağının o kurumda kalıcı bir aidiyet duygusu geliştirmesidir. Bu aidiyet oluşmadıkça, üniversite yalnızca tabelada var olan bir kurumdur. Akademisyen göçü bu aidiyeti sürekli törpülemekte, kalıcı akademik geleneklerin kök salmasını engellemektedir.

Bu döngüyü kırmak için öncelikle rasyonel bir teşvik ve destek mekanizması kurulmalıdır. Taşra üniversitelerinde görev yapan akademisyenlere yalnızca maaş farkı değil, bilimsel üretimi kolaylaştıracak araştırma fonları, proje destekleri ve uzun vadeli konut- sosyal yaşam kolaylıkları sağlanmalıdır. Ayrıca, akademik yükselmede coğrafi dezavantaj yaşayan öğretim üyeleri için bölgesel dengeleme politikaları uygulanmalı; bu üniversitelerde görev yapmak, kariyer açısından dezavantaj değil avantaj olarak konumlandırılmalıdır.

Bununla birlikte, kurumsal aidiyeti güçlendirmek için yerel yönetimler, sanayi odaları ve sivil toplum kuruluşlarıyla üniversiteler arasında güçlü bağlar kurulmalıdır. Üniversiteler yalnızca eğitim kurumları değil, aynı zamanda şehirlerin kültürel ve ekonomik dinamizmini besleyen aktörler haline getirilmelidir. Yerel toplumla etkileşimi artan bir akademik yapı, hem bölgesel kalkınmayı hızlandırır hem de akademisyenler için “kalınabilir bir yaşam alanı” oluşturur. Kök salabilen bir üniversite, yalnızca bulunduğu kente değil, ülkenin entelektüel haritasına da kalıcı bir katkı sunar.